DEĞİŞİM DÖNEMİNDE BANKACILAR İÇİN STRATEJİLER
Türk Bankacılık Sektörüne genel olarak baktığımızda temel karakteristik özellikler açısından üç ana dönemden bahsetmek mümkündür.
1- Yüksek enflasyon dönemi (1980-1999): Bu kapsamda 1980 yılından sonraki bankacılık sektöründeki yapıyı incelediğimizde ilk dikkatimizi çeken noktalar arasında aşağıdaki konuların olduğunu görmekteyiz;
– Enflasyon oranı ve buna bağlı olarak faiz oranları çok yüksektir. (% 100’ler civarında)
– Kamunun borçlanma ihtiyacı çok yüksektir. Bu da reel faizleri artırmaktadır.
– Bankalar “mevduat topla, devlete borç ver” anlayışı ile çalışmaktadır.
– Bankaların açık pozisyonları çok fazla olup, döviz mevduatı ve sendikasyon kredisi ile borçlanmakta, buna karşılık TL’ye dönüp devlete borç vermektedirler.
– Reel faizlerin yüksek olması, devlet iç borçlanma senetlerini cazip kıldığından, bankalar kredi kullandırmamayı tercih etmektedirler. Buna karşılık yüksek faizli kredi verdiklerinde, geri dönüşün zor olacağını düşünmektedirler. Reel sektör de yüksek faize tepki olarak, kredi kullanmamayı tercih etmektedir.
– Yabancı bankalar tek şubeli banka veya şube açarak çalışmayı benimsemektedirler. Bu yöntemi izlemelerindeki, temel gerekçe ise, sahip oldukları yüksek sermaye birikimi nedeni ile mevduat toplamaya ihtiyaç duymamaları, bunun için de şubeye ihtiyaçlarının olmaması, buna karşılık, mevcut yüksek tutarlı sermaye birikimlerini ya başka bankalar kanalı ile ya da tek şubeli örgütlenme gerçekleştirerek devlet tahvili, hazine bonosu alma faaliyetlerini gerçekleştirmek istemeleridir.
– Banka sayısı dönem boyunca artış eğilimdedir. 1980 yılında 44 olan banka sayısı, 1999 yılında 81 olmuştur.
– Faiz dışı giderler (işletme giderleri ve personel giderleri) çok yüksektir. Fakat, faiz giderleri de yüksek olduğu için, faiz dışı giderlerin toplam giderler içindeki payı düşük kalmakta, bankaların bu gider grubunu fazla önemsememelerine neden olmaktadır.
– Bankalar yüksek kar marjı ile çalıştıkları için, karları çok yüksektir. Ancak, bu karları ile özkaynaklarını yeterince desteklememektedirler.
2- Yüksek enflasyondan düşük enflasyona geçiş dönemi (2000-2009): Dönemin başında arka arkaya iki kez kriz atlatılmasına rağmen, dönem boyunca enflasyonu düşürmeye yönelik ekonomik politikaların uygulamaya konulduğu görülmektedir. Dönemin karakteristik gelişmeleri ana başlıklar halinde aşağıdadır:
– Banka sayısında çeşitli gerekçelerle (Birleşme, tasfiye olma, fona devrolma vb.) azalmalar görülmektedir. Bundan sonra da 2010 yılına kadar azalmanın devam edeceği beklenmektedir.
– Kar marjlarında, bir önceki döneme göre daralma sözkonusudur.
– Daralan kar marjları faiz dışı giderlerin önemini ön plana çıkarmış olup, personel ve işletme giderlerinde ciddi tasarruflar sağlanmaya başlanılmıştır. ”Mevduat topla, devlete borç ver” stratejisinden “mevduat topla, kredi ver” stratejisine geçilmektedir. Devlet iç borçlanma senetlerinin aktif içindeki payı azalmakta, kredilerin payı artmaktadır.
– Bireysel krediler ve işletme bankacılığı önem kazanmaktadır.
-Yabancı bankalar kredi vermek amacıyla çok şubeli bankacılığı geçmekte, yerli bankalarla ortaklıklar ve/veya satınalmalar artmaktadır.
– Faiz oranlar genel trend olarak düşme eğilimdedir.
– Ürün çeşitliliği ve rekabet artmaktadır.
Bu gelişmeler doğrultusunda bankaların önümüzdeki dönemde 2010 yılına kadar uygulaması gereken temel stratejiler şunlardır:
– Faiz dışı gelirleri artırmak: Son yıllarda bu konuda çabalar olmakla birlikte, daha tavizsiz, faiz dışı gelirleri artırıcı politikaların uygulanması şarttır. Her hizmetin bir bedeli olduğunun müşteriye benimsetilmesi ve her işlemin maliyetinin saptanarak, işlem bazında ücret uygulamalarına geçilmesi gerekmektedir.
– Faiz dışı giderleri azaltmak: Bunun için önümüzdeki dönemde özellikle şube içi işlemlerin alternatif dağıtım kanallarına (ATM, internet bankacılığı, telefon bankacılığı vb) yönlendirilmesi gerekmektedir. Ayrıca POS, ATM, para nakli vb. uygulamalarda tüm bankaların ortak kullanıma yönelmesi zorunlu görülmektedir.
– Bilançoyu büyütmek: Kar marjlarının daraldığı bir ortamda, karlılığı artırmanın tek yolu aktif ve pasifi büyütmektir. Bu da ancak, pazar payını artırmak veya birleşmelerle mümkündür.
– Risk yönetimine önem vermek: Kar marjlarının daraldığı ve bankaların krediye yoğunlaştığı ortamda, risk yönetimi büyük önem kazanmaktadır. Geçiş dönemi boyunca, özellikle faiz oranı ve likidite risklerine m aruz kalmamak için, pasifte ürün çeşitliliğini artırarak, ipotekli borç senedi, varlığa dayalı menkul kıymet, banka tahvili vb ürün uygulamalarına geçilmelidir. Risk kültürünün bankacılarda oluşturulması için bu konudaki eğitim çalışmaları artırılmalıdır.
– Özkaynaklar güçlendirilmelidir: BASEL II düzenlemelerine uyum ve banka riskliliğini azaltmak için özkaynaklar artırılmalıdır. Bilanço büyümesinin gerektireceği özkaynaklar sağlanmalıdır.
– Doğru maliyet tespiti ve doğru fiyatlandırma yapılmalıdır: Düşen kar marjları nedeniyle, hem doğru maliyet tespiti hem de doğru fiyatlandırma önem kazanmaktadır.
– Hizmette kalite ön planda tutulmalıdır: Kar marjları daraldığı için bankaların uyguladıkları faiz oranları ve hizmet fiyatları birbirine gittikçe yaklaşmakta, bir bankanın diğer bir bankaya göre çok farklı hizmet fiyatı ya da faiz oranının olmadığı görülmektedir. Böyle bir ortamda müşterilerin banka seçiminde hizmet kalitesi belirleyici olmaktadır.
Bankaların önümüzdeki dönemde bu stratejileri uygulayarak, düşük enflasyon dönemine kendilerini hazırlamaları gerekmektedir.
3- Düşük enflasyon dönemi (2010- . . . . . . . ): Tahminen 2010 yılından itibaren geçilecek olan bu dönemde temel karakteristik özellikler şunlar olacaktır:
– Banka sayısı bugüne göre daha da azalacaktır. 6-7 büyük banka, 15-20 küçük ölçekli banka bulunacaktır. Orta ölçekli bankalar ya büyümeyi ya da küçülmeyi tercih edeceklerdir.
– Kar marjları çok daralacak, rekabet daha da artacak, bankalar gelirlerinin önemli bölümünü bankacılık faaliyetleri dışında sundukları hizmetlerden sağlayacaklardır. Yani faiz dışı gelirler çok ön plana çıkacaktır.
– Bu döneme geçmeden önce bazı yabancı bankaların Türk bankacılık sektöründen çekilmesi, diğerlerinin de çekilen bankaları satın alarak ellerindeki banka ile birleştirmelerinin görülmesi olasıdır.
– Şube sayısı artacak, şubeler küçülecek ve şubeler işlem merkezi olmaktan çıkıp, satış noktaları haline gelecektir.
– Bankaların büyük ölçekli kurumsal müşterilerinden bazıları, kaynak ihtiyaçlarını doğrudan piyasadan temin etmeyi tercih edecekler, bunun için de çeşitli sermaye piyasası araçlarını kullanacaklar (özel sektör tahvili, finansman bonosu vb.), bankalar bu araçları alma yoluna giderek özel sektörün finansmanına dolaylı yoldan katkı sağlayacaklardır.
Sonuç olarak, Türk bankacılık sektörü son otuz ayda 16 yabancı ortaklık ve satın alma yaşamıştır. Yabancıların banka satın alması ve birleşmeler devam edecektir. Sektöre yeni oyuncuların girmesi her alanda rekabeti daha da artıracaktır. Türk bankacılarını zorlu günler beklemektedir. Bu nedenle önümüzdeki döneme çok iyi hazırlanıp, stratejilerini doğru olarak belirleyenler, süreci avantaja dönüştüreceklerdir.